Kitap İncelemesi: Göç, Kültür, Kimlik (Iain Chambers)

Iain Chambers (1994) Göç, Kültür, Kimlik (Çev. İsmail Türkmen, Mehmet Beşikçi) (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 191 s, 2005)

Etimolojik anlamda kökeni Latince’de ‘hemen şimdi’ anlamına gelen ‘modernus’ kelimesine dayanan modernite en geniş tanımıyla 17. yüzyıldan beri Avrupa’da meydana gelen siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel değişimleri ifade eden bir kavramdır.[1] Gelenek ve dinin insanı tahakküm altına alarak onu köleleştirdiğine inanan modernist düşünceye göre bireysel ve toplumsal yaşamda sadece akıl egemen olmalıdır. İnsan aklı mürşit edinerek özgür bir bireye dönüşebilir. Modernite, ancak kendi rahle-i tedrisinden geçen bu özgür ve rasyonel bireylerin dünyayı yeniden biçimlendirme noktasında mahir olacağını iddia eder. Yaşamın aklın rehberliğinde yeniden kurgulanması ve anlamlandırılması kaçınılmaz bir süreçtir. Modernist düşünce, er geç her toplumun bu sürecin içinden geçeceğini ileri sürer. Bu yönleriyle modernite evrensel bir mottoya sahip çizgisel tarih anlayışını benimsemektedir. Modernist felsefenin bu tek düzlemli perspektifi bugün kavramın en çok eleştirilen yanlarından biri haline gelmiştir. Zygmunt Bauman, modernitenin çağdaş mekânlarında farklı olanların barınamayacağını, modernitenin tabiatı itibariyle ötekileri dışlayacağını ileri sürer.[2] Peki, ötekilere, farklılara, farklılıklara ve radikal olana tahammül edemeyen bir düşünce senktansı son derece dinamik bir hareket olan göç konusunda yeterli olabilir mi? Iain Chambers, 1994 yılında tamamladığı ‘Göç, Kimlik, Kültür’ isimli çalışmasında yukarıdaki sorunun cevabını vermekle beraber, göç kavramının modernitenin temel ilkelerini sarstığını iddia ediyor. Denemelerden oluşan bu çalışmada yazar, kuramsal düşünümlerin yanına somut gözlemlerini de ekleyerek bizi melezlik ve ötekilik ile tanıştırıyor.

ABD’den gelen turistlerin ilgi odağında bulunan Meksika’nın sınır şehri Tijuana’da gördüğü göç manzaralarını irdeleyerek söze başlayan Chambers, yoksulluk ve çaresizlikten kurtulmak için Tijuana’nın sınır tellerini kesmeye çalışan insanların durumunu dünyanın birçok bölgesinde ne olup bittiğini anlatan bir fragmana benzetir.[3] Üçüncü Dünya gözden ırak bir olgu değildir artık hayatımızın tam göbeğinde belirebilir. Avrupa merkezci metinlerin sorgulanmaya başlanmasıyla birlikte ortaya çıkan yapısökümcülük, feminizm, ‘postmodernizm’ ve psikanaliz gibi düşünceler modernitenin surlarında derin gedikler açmış ve modernitenin madun ilan ettiği kesimler bu gediklerden içeri girerek Birinci Dünya’yı işgal etmişlerdir. Kitap temelde bu tezden yola çıkarak göçün modernitenin altını oyduğunu ve onu anlamsızlaştırdığını ileri sürer.[4] Yazara göre; göçerlik ne sabit bir kalkış ne de nihai bir varış noktası olan bir harekettir. Dinamik bir süreç olan göç ile beraber, dil, edebiyat, müzik ve estetik sürekli bir mutasyona maruz kalır buda müphem kimliklerde mukim olmayı zorunlu kılar. David Buckingham; ‘kimlik, muğlak ve kaygandır.’ Derken işte tam da bu noktayı işaret etmektedir. Iain Chambers, göçlerin kimlik üzerinde yaptığı etkileri eserinde şu cümlelerle özetler: ‘Göçlerin Batılı metropol uzamını delip geçen imalı bakışında bir metaforun izleri saklıdır. Modern kentin büyük ve çoğul dünyalarında bizde göçebeler haline geliriz. Bizim olamayacak kadar geniş, ama tümüyle içerildiğimiz bir sistemde bulup özümsediklerimizi yerel anlam kertelerine tercüme edip göçüm dururuz.’

Yazar, bu sözlerle aslında merkez-çevre teorilerinin bu dinamik sürecin getirdiklerini açıklamada yetersiz kaldığını ifade etmektedir. İlk olarak ünlü Amerikalı sosyolog Edward Shils’in 1961 yılında yayımladığı makalesinde tanımlanan merkez-çevre ilişkisine göre; merkezi değerler sisteminin odağında devlet bulunur ve devlet sahip olduğu otoriteyi kendi seçkinleri aracılığıyla çevreye yayar. Merkezde bulunanların sahip olduğu değerler, mekânlar ve kurumlar çevrenin ona biat etmesini gerektirir.[5] Yani diğer bir ifadeyle merkez iyi ama çevresi kötüdür. Günümüzün yadsınamaz gerçeği olan göç, Shils’in ve ardıllarının merkez-çevre tezini derinden sarsmıştır. Kitapta göçün merkez- çevre ilişkisine olan bu etkisine sık sık vurgu yapılmıştır. Çalışmasının 58. Sayfasında Chambers bu durumu şu sözlerle ifade eder: ‘Sabit bir yer şeması ve güven verici kimlik düşüncesi artık çatırdamaktadır. Her şeyin bir merkeze, muhtemelen de ‘bilgi’ nin, ‘bilim’ in, ‘kültür’ ün tarafsız sesi ve onunla özdeş olan Avrupa-merkezli aksanınca güvenceye alınmış bir merkeze geri havale edildiği rasyonelleştirici bir bütünlük, yerel dil karmaşasına girmekte ve parçalı bir karmaşıklığa ve ‘yurtsuz bir sorunun keskin inatçılığı’ na doğru kaymaktadır.’ Yazar, daha önce kıyıda köşede marjinallerin –etnisite, cinsellik, toplumsal cinsiyet- şimdi artık merkezde karşımıza çıktığını söyler. Bu bağlamda Chambers çalışmasında sıkça müziğin rolünün altını çizer. Aynı sound’un farklı yerlerde ve oranın yerel diliyle yeniden revize edilmesi merkez-çevre ayırımının dayattığı hiyerarşileri yıkar. Yazarın bu tezini kanıtlamak için eserinde verdiği örneklerden biride ‘rai’ müziğidir. Cezayir menşeiliyi rai müziği başlangıçta feminen kültürle özdeşleşen bir müzik tarzı olmasına rağmen, bugün Akdeniz’in öteki yakasındaki göçmen diasporalar ve metropol dinleyicileri arasında bir erkek müziği olarak kabul görmektedir.

Chambers’ın taşınabilir bir müzik çalar olan Walkman hakkında getirdiği yorumlar da son derece dikkat çekicidir. Ona göre, 1980 yılında Sony tarafından piyasaya sürülen Walkman günümüz göçebeliğinin ayrıcalıklı bir simgesidir. Walkman hem bireysel bağlantıları kuvvetlendirir hem de bireyin çevresinden kopmasına hizmet eder.[6]

Yazar çalışmasında, küreselleşme literatürüne verdiği eşsiz katkılarla bilinen ünlü sosyolog Roland Robertson’ın küreselleşme tezine atıf yapar. Robertson, küreselleşmeye ilişkin analizlerinde ekonominin merkezi rolünü yıkmaya çalışmaktadır. Kültürün, küreselleşme analizlerinde hem geri plana atıldığından dem vuran Robertson’a göre küreselleşme kavramının mihenk taşı kültürdür. Bu noktada Chambers, Robertson ile aynı fikirde olduğunu eserinin 102. Sayfasında açıkça ifade etmiştir. Küreselleşmenin aslında farklı kültürlerin bir etkileşimi olduğunu öne süren Robertson’a göre küresel ve yerel olan arasında bir eşanlılık mevcuttur. Bu eşanlılığa vurgu yapmak içinde ‘glokalleşme’ kavramını önerir.[7] Kitapta yazar, Robertson’ın tezini şu ifadelerle destekler: ‘1980’li ve 1990’lı yılların rock müziği, çok açık bir biçimde, yerleşik ve büyük ölçüde Anglo-Amerikan bir hegemonyanın sound’udur. Yalnızca radyoyu, televizyonu, kulüpleri, restoranları, pub’ları ve diskotekleri işgal etmekle kalmamakta, işimizde, alışverişimizde ve seyahatimizde de peşimizi bırakmamaktadır. Fakat bu, aynı zamanda marjinlerin çoğalmasını ve öteki seslerin ortaya çıkışını en sonunda teşvik eden bir uluslararası sound ağının koşullarını yaratmış olan bir hegemonyadır.[8]

Chambers’ın yukarıda verdiği rock müziği örneğiyle aslında tikel olan ile evrensel olan arasındaki ilişkiye dikkat çekmiştir. Küresel olan ile yerel olan arasında bir arz-talep ilişkisi mevcuttur. Yerel olan tanınmak ve bilinmek ister. Yerel olanı küreselle tanıştıran en önemli şey de kuşkusuz göç hareketidir.

Sadece ikametgâh belgesi bahşettiklerine karşı hoşgörülü olan modernitenin bugünkü göçmenlerin içinde bulunduğu durumu açıklayabilme istidadının olmadığı bugün sıkça vurgulanan bir söylem haline gelmiştir. Daha iyi bir gelecek umuduyla sahip oldukları bütün kültürel mirası bir bavulun içine koyarak başka dünyanın yolunu tutan insanlar, gittikleri yerlerde ‘öteki’ olarak damgalanmamak ve tanınmak için canhıraş bir mücadele vermektedirler. Yaşamın her alanında varlıklarını hissettiren bu insanlar, farklılıklarıyla modern olana ortak olmak istiyorlardı. Iain Chambers’in ifadesiyle “üçüncü dünyanın müziklerinde, edebiyatlarında, yoksulluklarında ve nüfuslarında bastırılmış, madun kılınmış ve unutulmuş olanlar, birinci dünyanın ekonomilerini, şehirlerini, kurumlarını, medyasını ve eğlence dünyasını işgal ederek geri dönmektedirler”[9] Farklı olanın modern olana karşı verdiği bu mücadelenin en şiddetli tezahür ettiği yer kuşkusuz kimlik cephesidir. Göç hareketleri ile beraber kimlik gittikçe daha müphemleşen bir noktaya doğru evrilmekte ve melez kültür kuvvetlenen bir hal almaktadır.

[1] Göle, N., “Batı-Dışı Modernlik Üzerine Bir İlk Ders,” Doğu Batı, Yıl 1, Sayı 2 (Şubat, Mart, Nisan), s. 65-75, 1998.

[2] Bauman, Z. (1992). Intimations of Postmodernity. London ve New York: Routledge

[3] Chambers, Iain. (1995). Göç, Kültür, Kimlik. Çev:İsmail Türkmen, Mehmet Beşikçi.

İstanbul: Ayrıntı Yayınları s. 9

[4] Chambers, Iain. (1995). Göç, Kültür, Kimlik. Çev:İsmail Türkmen, Mehmet Beşikçi.

İstanbul: Ayrıntı Yayınları s. 46

[5] SHILS Edward; (1961), “Centre and Periphery” İç. The Logic of Personal Knowledge: Essays Presented to Michael Polanyi, USA&UK: Routledge & Kegan Paul

[6] Chambers, Iain. (1995). Göç, Kültür, Kimlik. Çev:İsmail Türkmen, Mehmet Beşikçi.

İstanbul: Ayrıntı Yayınları s. 66

[7] Robertson, R. (1999), Küreselleşme, Toplum Kuramı ve Küresel Kültür (Çeviri: Ü. H. Yolsal), Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.

[8] Chambers, Iain. (1995). Göç, Kültür, Kimlik. Çev:İsmail Türkmen, Mehmet Beşikçi.

İstanbul: Ayrıntı Yayınları s. 102

[9] Chambers, Iain. (1995). Göç, Kültür, Kimlik. Çev:İsmail Türkmen, Mehmet Beşikçi.

İstanbul: Ayrıntı Yayınları s. 12