Mağduriyetten iktidar doğar mı?

“Ekrem İmamoğlu’nun ise önündeki süreç çok daha meşakkatlidir.”

Ülkemiz belli siyasî ajandaların tatbiki maksadıyla verilen yargı kararlarının yol açtığı tahribatlara maalesef yabancı değil. Sağ olsunlar devletlûlarımız vatandaşın bu konudaki hafızasını her zaman canlı ve taze tutacak içtihatlardan asla imtina etmiyorlar. 14 Aralık’ta da bunlara bir yenisi daha eklendi ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nu kuvvetle muhtemel siyasî yasaklı kılacak hukukî süreç resmen başlatıldı. Türkiye’nin aylardır sonucunu beklediği davada, İmamoğlu’nun şahsında temsil edilen İstanbul halkının iradesine alenen ipotek konuldu. Belki de müstakbelde temsil vazifesini yine İmamoğlu’nun üstleneceği daha küllî bir seçmen iradesinin de şimdilik önü kesildi; kim bilir!

Bu karardan sonra memlekette büyük bir vaveyla koptu ve tevellüdü yeten herkes 1999 senesini, dönemin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasî yasaklı hâle geliş sürecini anımsadı. Öyle ya, ne de olsa Tayyip Erdoğan da haksız bir yargı kararının gadrine uğrayarak cezaevine girmiş ve siyasî hakları gasp edilmişti; fakat en nihayetinde iktidar olmayı başarabilmişti. Söz konusu yargı kararının uzun vadeli sonuçları en çok da Tayyip Erdoğan’ın aleyhine olacaktı. Tıpkı Erdoğan gibi İmamoğlu da bu mağduriyeti siyasî bir ikbale tahvil edebilirdi. Söz konusu yargı kararının uzun vadeli sonuçları en çok da Tayyip Erdoğan’ın aleyhine olacaktı. Ayrıca bu milletin sinesi de mağdura karşı cömertti. 2019 yerel seçimlerinde de aynı senaryo gerçekleşmiş; İmamoğlu çok daha büyük bir oy farkıyla seçilmişti. Meseleye böyle yaklaşanlar İmamoğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığını ilan etti. Hatta hızını alamayanlar onu 13. Cumhurbaşkanı olarak takdim etti.

Yüzeysel ve indirgemeci analizlerin gulgulesine kapılmadan ve Mehmet Akif’in “galeyan geldi mi mantık savuşurmuş…” tembihini hatırda tutarak bu hadiseye soğukkanlı bakmak lazım. Mazide vuku bulmuş spesifik bir olayın, bugün yaşanan benzer versiyonunun aynı sonuçları tekrarlaması muhaldir. Tarihî olaylar ve bu olaylardan doğan olgular zaman, mekan ve insan faktöründen, yani yapısal bir bütünlükten bağımsız değerlendirilemez. Tayyip Erdoğan’ın 1998’de aldığı siyasî yasak ile Ekrem İmamoğlu için başlatılan sürecin mukayesesi serbest atış yapılabilecek bir poligon sahası değildir. Birisi tamamlanmıştır, diğeri yeni başlamıştır. Birincisinin siyaseten müncer olduğu neticeler bellidir, ikincisinin ise açacağı siyasî patikalar henüz müphemdir. 1998’in Türkiye’si ve 2022’nin Türkiye’sinin neredeyse tek ortak yanı, her ikisinin de 26°- 45° doğu meridyenleri ile 36°- 42° kuzey paralelleri arasında bulunan matematik konumdur. Politik konjonktür farklıdır, kamusal değerler hiyerarşisi çoktan değişmiştir, makbul ve madun rolleri arasında zorunlu bir becayiş olmuştur ila ahiri… Şimdi bu parametrelerin riyasetinde Erdoğan ve İmamoğlu vakalarını kıyaslamaya başlayalım; fakat bundan evvel mağduriyetin çabucak ve behemehal iktidar oldurduğu zehabına kapılanlara şu detayı peşinen hatırlatalım: Refah Partisi, 16 Ocak 1998’de Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. Tayyip Erdoğan, 26 Mart 1999’da Pınarhisar Cezaevi’ne girdi. 18 Nisan 1999 tarihinde yapılan genel seçimlerde ise Millî Görüş Hareketi’nin temsilcisi konumunda bulunan Fazilet Partisi, %15 civarında bir oy aldı. Bu sonuç, bir önceki genel seçime nazaran Millî Görüş’ün takriben %6 oy kaybettiği anlamına geliyordu. Hatta 28 Şubat sürecinde önce başbakanlık koltuğunu kaybeden, sonra da vekilliği düşürülen Necmettin Erbakan, geri kalan ahir ömründe yeniden milletvekili bile seçilemedi; ancak talebesi Tayyip Erdoğan, Türk siyasî hayatına damga vurdu. Bu bapta demek istediğim, siyasal mücadelenin son derece komplike bir doğasının bulunduğudur. Üstelik bu mücadeledeki galip ve mağlubun tayini tek bir unsura değil, muhtelif değişkenlere bağlıdır. Normatif prosedürlerin neredeyse her mecrada cılız olduğu Türkiye gibi bir memlekette sabitlikten ziyade seyyarlık belirgindir. Hâliyle siyaset ve siyasal mücadele de bu göçebelikten hissesine düşeni almıştır ve o minvalde ilerlemektedir. Mamafih 18 Nisan 1999 seçimlerine gidilirken kurumsal yapısı ve kadroları, askerî bürokrasi eliyle hizaya çekilen İslamcı hareketin yaşadığı mağduriyetin çapı ne denli büyük olursa olsun, mezkur seçimlere nüfuz edememiştir. Zira dönemin en belirleyici siyasal fenomeni, terör örgütü PKK’nın elebaşı Abdullah Öcalan’ın yakalanmasıdır. Ülkeyi seçime götürmekle vazifeli azınlık hükûmetinin ilk üç ayında yaşanan gelişmeler, 18 Nisan genel seçimleri özelinde Refah-Yol Hükûmeti’nin yaklaşık bir yıllık serüveninden daha tesirli olmuştur. Nihayetinde DSP seçimlerden birinci parti olarak çıkmış; MHP ise tarihindeki oy patlamasını yapmıştır. İşte bu yüzden mağduriyet faktörü tek başına siyasî semere üretmez. Diğer etmenlerin de mağduriyet söylemine ve mağdur özneye müzahir bir istikamette seyretmesi gerekir. Aksi takdirde mağduriyet yavanlaşır ve seçmen nezdinde bir acizlik olarak kodlanabilir. Mağdurun aleyhine işleyen birtakım dinamikler kamuoyunu öyle hercümerç eder ki, mağdurun boynuna bir anda beceriksizlik yaftası vurulur. RP’nin ve Erbakan’ın 28 Şubat’ın akabindeki ahvali de böyledir. Erbakan, geniş kitlelerce iktidarı elinde tutamayan lider olarak algılanmıştır.

Talihli ve meziyetli bir mağdur-muktedir: Recep Tayyip Erdoğan

Modern siyaset biliminin kurucusu Machiavelli, siyaset felsefesine damga vuran Prens başlıklı kült eserinde, Avrupa’da ortaya çıkan mutlakıyetçi krallıkları tahlil ederken Latince menşeili iki kavrama başvurur: fortuna ve virtù. Buna göre talih, yazgı yahut rastlantı gibi anlamlara gelen fortuna ile beceri, metanet ya da güç gibi vasıfları imleyen virtù kavramları arasındaki ikilik ve ilişkisellik yeni prenslikleri seleflerinden ayırır. Erdoğan’ın hikayesi de fortuna ve virtù kavramları ekseninde okunabilir. Erdoğan talihini, becerisiyle mezcetmeyi başarabilmiş modern bir prenstir. Bu hususu biraz somutlaştıralım: 1990’lı yıllarda yaşanan ekonomik krizler, hükûmet bunalımları, yolsuzluklar ve bariz hak ihlalleri siyaset kurumunun meşruiyetini aşındırmış, neredeyse tüm siyasî figürlerin itibarlarına irtifa kaybettirmiştir. Siyaset çözüm üreten ve vatandaşa hizmet götüren bir form yerine mütemadiyen sorun çıkaran bir keşmekeşi temsil etmiş; seçimler var olan çoklu kaos ortamını daha da büyütmüştür.

AK Parti’nin, tek başına iktidara geldiği 3 Kasım 2002 seçimleri öncesindeki siyasî vaziyete üstünkörü yapılacak bir bakış bile Erdoğan’ın bahtını gözler önüne serer. Siyaset yapmaya takati kalmamış Bülent Ecevit’in bölünmüş DSP’si; Ecevit’in DSP’si ile koalisyon ortağı olduğu için ülkücülerin bir kısmını küstüren Bahçeli’nin MHP’si; 1990’ların ve 57. Hükûmet’in bagajını bünyesinden atamayan Yılmaz’ın ANAP’ı; 1994’teki devalüasyonla bilinen ve eline geçen fırsatları heba eden Çiller’in DYP’si; karizmatik lideri siyaset sahnesinin dışına atılan ve seçmen tabanının teveccühünü Erdoğan’ın AK Parti’sine kaptıran FP. Bütün bunlara ek olarak merkez sağın babası Süleyman Demirel’in aktif siyasî hayatına son vermesi ve emekli olmasını da denkleme katalım. Talihin rüzgarı öyle bir esmiştir ki, Cem Uzan’ın Genç Partisi’nin 2002’de aldığı yüzde 7 küsurluk oy bile Erdoğan’ın kâr hanesine yazılmıştır. İşte Erdoğan böyle bir atmosferde ortaya çıkmış ve serpilmiş bir politikacıdır. Kendisi de talihin bu cömertliğini iktidarının ilk yıllarında iyi kullanmış, bir müddet Batı değerleriyle uyumlu bir politik hat ve diskur takip ederek dünyadaki sıcak parayı Türkiye’ye çekmiş ve vatandaşı palyatif bir ekonomik konfora kavuşturmuştur. Bunun karşılığını da sandıkta fazlasıyla almıştır. Daha sonra ise iktidarı kurumsal düzlemden, şahsî yörüngesine çekecek adımları tedricen atmaya başlamış ve günün sonunda tek adamlık konumuna erişmiştir.

Talihsiz ve sahipsiz bir mağdur: Ekrem İmamoğlu

Deneyimli gazeteci Ruşen Çakır, İmamoğlu’na siyasî yasak getirebilecek süreci başlatan yargı kararının hemen ardından Medyascope’ta yaptığı yayında, bunun Erdoğan’ın siyasî hayatındaki en büyük hatalardan biri olduğunu ve muhalefetin elini güçlendirdiğini ifade etmiştir. Çakır’a göre, böyle bir adımın nihaî akıbetinin, 2019’daki tekrar seçim sonuçlarından farksız olması işten bile değildir. Buraya kısa bir fasıla verip Erdoğan’ın her zaman rasyonel bir akılla hareket etmediğinin altını çizmek gerek. Esasen Erdoğan uzunca bir süredir popülaritesine halel getirecek tutum ve eylemler içerisinde. Türkiye’ye dikte ettiği iktisadî anlayışın memleketi sürüklediği yer ayan beyan ortada. Kararlarını alırken sağduyunun, rasyonalitenin ve tutarlılığın refakatine ihtiyaç duymadığı bariz. Nitekim 31 Mart 2019’da Ekrem İmamoğlu tarafından kazanılan İBB seçimlerinin tekrarı, bu durumun siyaseten en net tezahürü idi. Çakır’ın değerlendirmelerine yeniden dönecek olursak, ona göre, Erdoğan’ın 2018’den bu yana çizdiği profil, 14 Aralık kararından İmamoğlu’nun lehine, kendisinin ise aleyhine bir sonucun hasıl olacağını söylüyor. Ancak ben buraya çok kalın bir mim koyulması gerektiğini düşünüyorum. 14 Aralık’ta verilen hüküm Erdoğan açısından pekala riskli fakat sürecin işleyişine göre gayet rasyonel bir karar da olabilir. Mevzûubahis riski ve rasyonelliği belirleyecek olan baş fail ise bizzat Kemal Kılıçdaroğlu’dur. Belki de Erdoğan ilk defa kendi siyasî istikbaliyle doğrudan ilgili bir meselede inisiyatifi başkasına bırakmıştır. Diğer bir ifadeyle Erdoğan, Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığında ısrar edeceğine güvenmiş ve İmamoğlu’nun oyun dışı kalmasında herhangi bir beis görmemiştir. Zaten 14 Aralık kararının akşamında jet hızıyla Almanya’dan dönen Kılıçdaroğlu’nun, şu ana kadarki tavırları Erdoğan’ın tahmininde yanılmadığını ispatlar niteliktedir. İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in, İmamoğlu portresini 85 milyona teşmil eden vurgusuna mukabil Kılıçdaroğlu 16 milyona hizmet eden İmamoğlu söylemini öne çıkartmaktadır. İlaveten İmamoğlu vakasını anonimleştirmeye matuf politik söylemi de dikkat çekicidir. İmamoğlu olayına müstakil bir bahis açmayıp konuyu Enis Berberoğlu, Tuncay Özkan, Mehmet Haberal, Mustafa Balbay, Eren Erdem, Canan Kaftancıoğlu ve Osman Kavala gibi isimlerin başına gelenlerle birlikte ele almaktadır. Bu tercihinin arkasında politik niyetler içeren kurgusal bir boyut olduğu hayli açık. Kılıçdaroğlu, İmamoğlu isminin biricikleştirilmesini ve politik özne hâline getirilmesini katiyen arzu etmemektedir. Aslında Kılıçdaroğlu bu düşüncesini, İsmail Küçükkaya’nın “dün meydana gelen gelişme, cumhurbaşkanı adayı belirleme sürecini etkiler mi?” sorusuna “hayır etkilemez” cevabını vererek vazıhan belirtmiştir.

Kerameti kendinden menkul anti-politik oluşum Altılı Masa’nın da -İYİ Parti hariç- Kılıçdaroğlu’nun tarafında mevzilendiği söylenebilir; çünkü kendi kurumsal kimliğiyle seçime gireceğini açıklayan DEVA dışındaki GP, SP ve DP’den müteşekkil blokun TBMM’de sandalye kazanması CHP’nin onlara vereceği vekil kontenjanına bağlıdır. Öte yandan İmamoğlu’nun muhafazakar seçmenlerde de makes bulan söylemi ve onlarla figüratif bir özdeşlik zemini tesis edebilecek potansiyeli -buraya DEVA’yı da katıyorum- bu partilerin post-Erdoğan dönemi hesapları için handikap kabilinden görülebilir. Bu sebeptendir ki Kılıçdaroğlu ismi, Masa’daki küçük partilerin daha cazip bulabileceği bir seçenektir.

Hülasa siyasî yasak bağlamında Erdoğan ve İmamoğlu vakaları arasında şimdilik yalnızca şeklî -ki bu da kısmen- bir benzerlik kurulabilir. Muhteva ise apayrıdır. Ruşen Çakır’ın dediği gibi İmamoğlu’na verilen toplumsal destek, Erdoğan’ın 1999’da bulduğundan daha aleni ve kitleseldir. Neticede 1999’da Erdoğan’a omuz verenler ekseriyetle Millî Görüş mensuplarıydı fakat Çakır’ın ihmal ettiği şey, 1999’dan sonraki siyasî, iktisadî, hatta coğrafî gelişmelerin hep Erdoğan’ın maslahatına uygun bir biçimde cereyan etmesidir. Dolayısıyla mağduriyet Erdoğan için pastanın üzerindeki çilek gibi olmuş; kendisi mağdurluğunu biricikleştirme ve iktidarı boyunca da çeşitlendirme imkanını bulabilmiştir. İmamoğlu’nun ise maruz kaldığı haksızlık, yazıda değinildiği gibi başta genel başkanı olmak üzere bazı CHP elitleri tarafından sıradanlaştırılmaktadır. İYİ Parti’nin kazanacak aday mottosuyla İmamoğlu’nu sahiplenen münferit gayretlerinin ve Akşener ve İmamoğlu arasındaki abla-kardeş hukukunun da bir süre sonra kerhen tavsaması olasıdır. Zira CHP yönetiminin, 14 Aralık akşamı Saraçhane’deki yakınlaşmadan hoşnut olmadığı bu konuda kamuoyuna verilen demeçlerle sabittir. İmamoğlu’nun CHP’ye rağmen İYİ Parti ile olan yakınlaşmasını devam ettirmesi ise zannedildiği kadar kolay değildir. Mağduriyetin siyasî bir kazanca tahvili için evvela mağdurun politik anlamda hayatta kalması elzemdir. Erdoğan cezaevine girdiği 1999 ile Millî Görüş’ten resmen ayrıldığı 2001 yılları arasını siyaseten hayatta kalarak geçirmiştir. 2001’de ise eskiye dair ne varsa silerek -Davutoğlu ve Babacan gibi maziye saplanmamıştır- yeni bir siyasî anlayış ortaya koyabilmiştir. Şartların sunduğu elverişli ortamı iyi değerlendirip partisini iktidara taşımış ve Deniz Baykal’ın jestiyle de siyasî yasaktan azade olmuştur. 1999’da yaşadığı mağduriyetin politik bir mahiyete büründürülmesi ve kullanılacak bir argümana dönüşmesi tüm bunlardan sonra gerçekleşmiştir.

Ekrem İmamoğlu’nun ise önündeki süreç çok daha meşakkatlidir. Altılı Masa’nın, Kılıçdaroğlu’nun bilinçli tercihinden kaynaklı anti-politik habitatı, İmamoğlu gibi politik bir portrenin neşvünema bulabilmesi için hiç elverişli değildir. Toplumun hissiyatını angarya olarak gören, halkın teveccühünü, elitlerin çıkarlarına kurban eden, demosu yok sayarak demokrasinin inşasına soyunan Altılı Masa mekanizması kimlerin yararlanacağı önceden belirlenmiş bir hayrat hüviyetindedir. İmamoğlu’nun dezavantajlı olduğu bir konu da dozu gideren artan otoriterliktir. 1999’un Türkiye’si, bugünkü gibi katı bir otoriterliğe duçar olmamıştı. İmamoğlu’nun siyasî hayatına ket vuracak başka enstrümanların devreye sokulmayacağının hiçbir garantisi yoktur.

Evet; gelinen nokta itibariyle Erdoğan eskiden yaptığı gibi fortuna ve virtù birlikteliğini iyi kullanamamaktadır. Uzun iktidarındaki temel faktörlerden olan düşük kur, tek haneli enflasyon ve artan refah gibi olgularının yerinde bugün yeller esmektedir; fakat 20 yıllık iktidarına rağmen arkasında oranı yadsınamayacak bir seçmen desteği vardır. Kamu kaynaklarının tasarrufu onun inisiyatifindedir, bürokrasiye hakimdir ve devasa medya gücüne sahiptir. Bu kartları da seçimleri kazanmak adına icap ettiğinde kullanmaktan geri durmayacaktır. Erdoğan, 2002’de artık mefluç olmuş partilerle yarışmışken, Altılı Masa, mukavemeti hâlâ zinde olan bir Erdoğan ile mücadeleye girecektir…